
Rüzgar’ın öyküsü ilk bakışta bilindik gelebilir, ama bu yapım basit bir aşk hikayesini derin bir duygu ile zenginleştiriyor. Şehrin arka sokaklarında bir barda çalışan ana karakter, bir arkadaşının davetiyle katıldığı o tek gecede, kaderiyle yüzleşiyor. Rüzgar’ın taksisine binen Hayal, ismiyle örtüşen etkileyici bir atmosfer yaratıyor. İkisi arasında oluşan çekişim ise, samimi bir bağ kurmanın yanı sıra zaman zaman rahatlatıcı bir dinginlik sağlıyor. Fakat Rüzgar’ın karanlık geçmişi ve Hayal’in köklü aile gelenekleri, bu yeni ilişkiyi zorlu bir hale getiriyor.
Yönetmen, İstanbul’un gece atmosferini neon ışıklarla canlandırırken, karakterlerin içsel çatışmalarını da ustalıkla ifade ediyor. Özellikle bar sahnelerindeki karanlık renk tonları, Rüzgar’ın sakladığı sırları adeta fısıldıyor. Hayal’in ailesiyle tanıştığımız anlarda, kamera dar açılarla bu baskı hissini seyirciye aktarıyor. Romantizm ve dram arasında değişken bir tempo olmasına rağmen, duygusal yoğunluğu sürekli kılmayı başarıyor. Sonuçta, aşkın zorluklarla denendiği klasik bir hikaye izliyor olabilirsiniz; ancak karakterlerin içten sohbetleri ve şehrin karanlıklarında gizli umut, bu tanıdık öyküyü beklenmedik bir derinlik kazandırıyor. Barda çalan son müzik bittiğinde, gözlerinizde beliren hafif bir gülümseme ya da yüreğinizde hissettiğiniz bir hüzün kalabilir.